Allah'ın zâtının tecellîsi, zâtın zuhûr edip görünmesinden ibârettir. Bir şeyin zuhûru, taayyün (belirme) ve temeyyüz (sıfatların ayrışması) olmadan imkânsızdır. O hâlde zâtın tecellî ve zuhûru ancak taayyünle olur. O da taayünlerin en büyüğü ve en genişi olup “vahdet'' diye adlandırılan “taayyün-i evvel"dir. Bütün mahlûkâtın efendisi olan Peygamber Efendimiz'in (a.s) mebde-i taayyünü (belirişinin başladığı yer) bu "vahdet'' mertebesidir. Tasavvuf yolcusunun mânevî seyahatinin son noktası, mebde-i taayyünü olan ilâhî isim olduğuna göre, tecellî-i zât Peygamber Efendimiz'e (a.s) mahsustur. O taayyün (-i evvel), bütün ilâhî sıfat, isim, nisbet ve îtibârları icmâlÎ olarak (özetle ve topluca) birbirinden ayrışmaksızın ihtivâ etmektedir. "Vâhidiyyet'' mertebesinde ise bu sıfatların tafsîli ve detayları ortaya çıkar, kısımları oluşur. Sıfatlardaki bu tafsîl ve kısımlar diğer mahlûkâtın mebde-i taayyünleridir. Bunlar, o birinci taayyünün (vahdet mertebesinin) altında kalan ilâhî isim ve sıfatlardan ibâret olup (ikinci taayyün olan) vâhidiyyet mertebesinde tafsîl ve detayları ortaya çıkmıştır. O hâlde (Peygamber Efendimiz hâricindeki) diğer tasavvuf yolcularının mânevî ilerleyişinin son noktası bu (tafsilli) ilâhî isim ve sıfatlara (ikincı taayyüne) kadardır. Bu durumda diğerleri için (zât değil) sıfat ve isim tecellîsi olur. "Zâtî tecellî, tecellî sâhibinin mebde-i taayyünü olan ilâhî ismin perdesinde olur'' sözünün mânâsı da budur.
Bu durumda, Hakîkat-ı Muhammedî (Hz. Muhammed'in hakîkati) "bütün'' ve genel olur, diğer varlıkların hakîkatleri ise onun "cüz" ve parçaları olur. Hz. Muhammed'e (a.s) tâbî olma mutluluğuna erişen ve tam olarak ona uyanlara bu tâbî olma ve münâsebet sebebiyle zâtî tecellîden bir nasip ve hisse vardır. Çünkü onlara keşf olunmuştur ki, onların hakîkatleri, bütün varlıkların hakîkatlerinin özüdür. Bu sebeple onlar (Peygamber'e tâbî olarak zâtÎ tecellîden nasip alanlar) ayrışma ve kısımların tafsîle gelmesi sıkıntısından kurtulmuştur. Sanki onlardan görülen şey, kısım perdesi olmaksızın (tecellî-i zâtîden): o hissenin aynısıdır. Onların mebde-i taayyünleri de o hissedir, kısımlar değil. Meselâ "isim" kendisine delâlet etme ve bir zamana bağlı olmama perdesi içinde kelimenin bir özelliğidir; Yani "isim", onun mebde-i taayyünü ve kelimenin diğer kısımlarından ayrışmasının başladığı yerdir. Ancak isim kendisini fiil ve harfin aynısı olarak görünce, ayrışma ve kısımlarda tafsîlâta gelme sıkıntısından kurtulur. Kendi mebde-i taayyünü olarak aynı kelimeyi bulur, o kelimenin bir kısmını değil.