ALLAH'IN ZÂTI HAKKINDAKİ BİLGİNİN ÜÇ MERTEBESİ

Zât hakkında ilme'l-yakîn bilgi, O'nun zâtına delâlet eden işâretleri izlemek ve müşâhede etmekten ibârettir. Çünkü zâtı müşâhede, kendisine tecellÎ gelen kişinin nefsinden başka bir şeyde olmaz. (o kişi Allah'ı kendi içinde müşâhede eder). Kendi dışında gördükleri ise hepsi tesirler ve delâletlerdir. Çünkü taayyünât, Allah'ın zâtına delâlet eder. O hâlde kendisine tecellî gelen kişinin sûreti hâricinde, sûretlerde ve nurlarda olan tecellîler ilme'l-yakîne dâhildir. Görülen her sûret, ortaya çıkan her nur, renkli veya renksiz nur bu konuda eşittir (ilme'l-yakîn mertebesindedir). Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (k.s) Leme'ât şerhinde bunu açıklamak için şöyle buyururlar: Beyit:

Ey Dost Seni her yerde arıyordum,

Her ân senin haberi'ni ondan bundan soruyordum.

Bu beyit âfâkî müşâhedeye işârettir ki ilme'l-yakîni ifâde eder. Bu âfâkî müşâhede (Allah'ı dışarıda arama ve alâmetlerde izleme hâli) maksûd olan Allah'tan bir haber vermediğine göre, ayrıca tesir ve alâmetleri hâricinde O'nun huzûrunda olma bilincini bahşetmediğine göre, -nitekim sıcaklığın haberi ateşin yanında olmayı ifade etmez, sadece delil ve alâmetlerle bilinir- bu kişi ilme’l yakin (aklen bilme) dâiresinden yükselemez, ayne’l-yakine (bizzat görerek bilme mertebesine) ulaşamaz.

Kutbü’l-aktâb Nâsıruddin Hâce Ubeydullah (Ahrâr k.s) burmuşlardır ki: “Seyr (mânevi yolculuk) iki türlüdür: Seyr-i müstatil (düz yolculuk) ve seyr-i müstedir (dairesel yolculuk). Seyr-i müstatil uzaklık içinde uzakliktır. Seyr-i müstedir ise yakınlık içinde yakınlıktır. Seyr-i müstatil, sâlikin maksûd olan Allah’ı kendi dâiresinin hâricinde aramasıdır (seyr-i âfâkî). Seyr-i müstedir ise kendi gönlü etrâfında dolaşması ve maksûdu orada aramasıdır (seyr-i enfüsî).”

Ayne’l-yakin, kulun, taayyün perdesinin kalkmasından sonra Hak Teâlâ’yı müşahede etmesidir. Bu müşâhede bu yüce tâifeye (sûfîlere) göre idrâk-i basit (sade algılama) diye ifade edilir. Bu idrâk, sıradan insanlarda da olur ancak aradaki fark şudur: Seçkin insanlar Allah’ın varlığı hâricindeki şeyleri görmezler. Diğer insanlar ise bunun tersidir. Bu idrâk, bilmeye aykırıdır, burası hayret (şaşırma ve algılayamama) makâmıdır. İlim bu müşâhedeye aykırı olduğu gibi, ayn (ayne’l-yakîn görme) de bu ilme perdedir. Nitekim Şeyh-i Ekber (İbnü’l-Arabi) Kitâbü’l Hucub’da şöyle demiştir: “İlme’l-yakîn ayne’l-yakînin perdesidir. Ayne’l-yakîn de ilme’l-yakînin perdesidir”. Bir başka yerde de şöyle buyuruyor: “Allah’ı hakkıyla tanıyan kişinin alâmeti, gönlünden haberdar olması ve kendisinde ilim bulamamasıdır. Bu, ötesinde başka mârifetin bulunmadığı kâmil bir mârifettir (Allah’ı tanımadır).”

Hakkâl-yakin, Allah Teâlâ’yı O’nunla görmek ve salikin Allah’ı kendi özü ve hakikati olarak bulmasıdır. Bu, bekâ billâh mertebesinde oluşur. Çünkü hakiki fenâdan sonra sâlike Allah tarafından vücûd-i mevhûb-i Hakkânî (Allah vergisi bir varlık) bahşederler. Sekr ve kendinden geçme hâlinden sahv ve ayıklığa gelmeyi nasip ederler. Orada ilim ve ayn (bilme ve görme) birbirinin perdesi olmaz. Sâlik görürken bilir, bilirken de görür. Hakk’ın aynısı olarak bildikleri bu taayyün, bu mertebede kevnî taayyün (kâinâta âit beliriş) değildir. Çünkü bu mertebede ondan bir eser kalmamıştır. O taayyün Hakkâni’dir, Hakk’a âit bir beliriştir ve büyük zâtlar tarafindan “Vücûd-i mevhûb-i Hakkâni” diye ifade edilmiştir. Nitekim bu anlatıldı.

Sûri tecellilere mazhar olanlar (dünyevi sûretlerde ve eşyâda Allah’ı görenler) kendi taayyün ve sûretlerini Hak Teâlâ olarak bilirler, öyle zannederler. Bunlar, kendilerine fenânın gelmediği kevnî taayyünler yani dünyevi belirişlerdir. Bu fark, tasavvuf yolunda henüz ortalarda bulunan sâliklere gizli kaldığı için onlar hakka’l yakîn mertebesinde de bu kevnî taayyünleri Hak Teâlâ olarak hayâl etmişlerdir. Onların bu yanlış anlaması, büyük zâtlar tarafından eleştirilmiştir. Yolun ortasında olanlar, hakka’l-yakîn mertebesinin kendilerine daha ilk adımda yani keşfü’l-melekût dedikleri tecelli-i sûride nasip olduğunu zannetmişlerdir.