Kelâm âlimlerinin çoğuna göre Allah Teâlâ’nın varlığı (vücûd sıfatı) O’nun zâtı üzerine zâiddir (ilâvedir). Filozoflar, Ebu’l-Hasan Eş’arî ve bazı sûfìlere göre ise Allah’ın varlığı zâtının aynısıdır. Bu fakîre göre doğru olan şudur: Allah Teâlâ kendi zâtı ile mevcûddur, vücûd (varlık sıfatı) ile değil. Diğer varlıklar ise böyle değildir, onlar vücùd ile mevcûddurlar. Zât üzerine hami olunan bir vücûd, aklın ayrıştırdığı şeylerdendir. Yani akıl vücûdun zatından mevcûdun vasfını ayırır ve zâta yükler. Eğer kelâm âlimleri “vücûd-i zâid” (zât üzerine zâid olan bir vücûd) derken bu ayrıştırılmış vücûdu kastediyorlarsa, onların sözü doğru olur. Bu konuda muhâliflerin eleştirmeye gücü kalmaz. Ancak kelâm âlimlerinin “vücûd-i zâid” derken kastettiği şey, Allah’ın kendisiyle var olduğu bir vücûd (varlık) ise, nitekim onların ibârelerinin zâhirinden anlaşılan budur, bu durum şüphe ve tereddüt yeridir. Filozoflar, şeyh Ebu’l-Hasan Eş’arî ve bazı sùfiler de bir vücûda kâil olmaksızın Allah’ın kendi zâtıyla mevcùd olduğunu söyleselerdi, o vücùdun zátın aynısı olduğunu ispat etselerdi, bu konuda delillere muhtaç olup faydasız mukaddimeler ile işe girişmeselerdi daha doğru ve hakîkate daha yakın olurlardı.
Bu sûfilere de şaşılır ki, Allah’ın zâtından bütün nisbet ve îtibârları düşürürler, bu nisbetlerin (sıfatların) tenezzülât (varlığın alt mertebeleri, taayyünler) mertebelerinde mevcûd ve münderiç olduğunu söylerler, zât mertebesinde sâdece “Vücûd”un (varlık sıfatının) olduğunu kabul ederler, bu durum çelişkiden başka bir şey değildir.
Şöyle denmesin: “Onlar, vücûda zâtın aynısı diyorlar ve (vücúdu) nisbet ve îtibârlardan saymıyorlar” Çünkü bu konuda deriz ki: Ayniyyet, zihnî değil, hâricîdir. Bu sûfìlere göre Allah’ın bütün sıfatları bu türdendir, aklen (zihnen) zâttan ayrıdırlar, hâriçte (varlık sahasında) ise zâtın aynısıdırlar. Çünkü onlara göre Zât-ı Ahadiyyet’ten başka hiçbir şey mevcùd değildir. 0 hâlde bütün îtibârları (sıfatları) zât mertebesinde kabul etmeleri gerekir. Oysa bu bâtıldır. Onlar ise bunun tersini kabul etmektedirler. Nitekim anlatıldı.
Eğer şöyle derlerse: “Zât kelimesinden maksat, taayyün-i evvel olan Vahdet Mertebesi’dir ve bu mertebede sûfiler taayyünü taayyün edene zâid olarak saymamışlardır. O mertebede diğer nisbet ve îtibârları (sıfatları) değil sâdece 'Vücûd'u var kabul etmişlerdir, diğer nisbetlerin ise bir derece daha aşağıda olan Vâhidiyyet Mertebesi’nde (taayyün-i sânîde) bulunduğunu ifâde etmişlerdir” Buna cevâben deriz ki: Bu durumda onların sözü, kelâm âlimleri ile uyuşmaz. Çünkü kelâm âlimleri zât derken bütün taayyünlerin üstünde olan zât-ı bahtı (sırf zâtı, lâ-taayyünü) kastetmişler, vücudu da o zâta zâid bilmişlerdir. Zikredilen fark, zâidin zâid oluşunu ortadan kaldırma konusunda fayda vermez, zâid olan vûcüd ister birinci mertebede olsun, ister ikinci mertebede.
Ebu’l-Mekârim Rükneddîn şeyh Alâüddevle Simnânî (k.s) buyurmuşlardır ki: “Vücùd (varlık) âleminin ötesinde Melik-i Vedûd (zát) âlemi vardır” Bu ifâde, vücûdun zâttan farklı olduğunu açıklamaktadır. Eğer Allah Teâlâ’yı kendi zâtıyla mevcud bilseler ve vücuddan hiç bahsetmeseler daha iyi ve daha münâsip olur. Eğer vücûddan bahsedeceklerse, o zaman şüphesiz bu vücûdun zâttan farklı ve ona zâid olduğunu söylemeleri gerekir. Bu durumda kelâm âlimlerinin sözü, muhâliflerinin sözüne nisbetle daha doğru ve hakikate daha yakın olur. Bu sâbittir.
Allah Teâlâ’nın varlığının bedîhî (âşikâr, apaçık) ve nazarî (delil ve alâmetleri düşünme neticesinde algılanan) olması konusuna gelince, kelâm âlimlerinin çoğu O’nun varlığının “nazarî” olduğunu ifâde etmişlerdir. İmâm-ı Gazâlî ve İmâm (Fahreddîn) Râzî ise O’nun varlığının “bedîhî” olduğunu kesin olarak söylemişlerdir. Sonraki âlimlerden bazıları bu iki görüşü bir araya getirmek (uzlaştırmak) için “Bazı insanlara göre Allah’ın varlığı bedîhîdir (apaçık bellidir), bazılarına göre ise nazarîdir (delilleri düşündükten sonra anlaşılır)” demişlerdir. Bu fakîre göre doğru olan onun mutlak olarak (kayıtsız şartsız) bedîhî olmasıdır. O’nun varlığının bazı insanlara gizli olması, bedîhî (apaçık) oluşuna aykırı değildir. Çünkü bedîhî olması, bilinmesini gerektirmez. Hattâ aklı yerinde insanlardan çoğu bedîhî olan şeylerden bazısını inkâr etmişlerdir. Allah’ın varlığını ispat için getirilen bütün deliller, bedîhîliğine vurgu yapma türündedir. Tıpkı, hissedilir şeyleri idrâk edebilmek için hissin (duyu organının) zâhirî kusurlardan uzak ve sağlam olmasının şart olması ve bir kusurun bulunması durumunda o hissedilir şeyi idrâk edememenin hissedilir şeyin bedâhetine zarar vermediği gibi, akılla anlaşılabilen konularda da aklın (müdrikenin) mânevî ve gizli hastalıklardan uzak olması şarttır. Aklın, kendindeki kusurlar sebebiyle akıl ile anlaşılabilecek şeyleri idrâk edememesi, onların bedîhî olmasına aykırı değildir.
Allah’ın varlığının bedîhî (apaçık) olduğunu kesin olarak anlayan bir grup (peygamber) hakkında Allah Teâlâ şöyle haber veriyor: “Peygamberleri dedi ki: Allah hakkında şüphe mi var?” (İbrâhîm, 14/10). Bu ifâde bazı aklı yetmezler tarafından anlaşılmayınca ardından şu tembihte bulundu: “Göklerin ve yerin yaratıcısı” (İbrâhîm, 14/10).