ALLAH TEÂLÂ ZAMAN ve MEKÂNA BAĞIMLI DEĞİLDİR

Cenâb-ı Hak bir yönde değildir, mekânlı ve zamanlı değildir. Gerçi "Rahmân (olan Allah) Arş'a istivâ etmiştir (koltuğa yerleşmiştir)'' (Tâhâ, 20/5) âyeti zâhiren Allah'a bir yön ve mekân ispat etmekte ise de, hakîkatte yön ve mekânı ortadan kaldırmaktadır. Çünkü bu âyet, bir yönde ve mekânda olmayan (Allah) için yön ve mekân nisbet ediyor. Bu da Allah'ın bir mekân ve yöne bağlı olmadığını kinâye yoluyla bildirir. Bunu düşün. Yine Allah cisim ve cisim türünden değildir, cevher (öz varlık) ve araz (sıfat) değildir. Hiçbir işâreti kabul etmez, onda hareket ve intikâl yoktur. Yaratılmışların, O'nun kadîm zâtıyla kâim olması yoktur. Hissedilen ve akledilen hiçbir araz ile vasıflanmış değildir. Âlemin içinde değildir, dışında da değildir. Âleme ne bitişiktir, ne de âlemden ayrıdır. O'nun âlemle berâber oluşu (maiyyeti) ilmîdir, zâtî değil. Âlemi kuşatması (ihâtası) da ilimledir, zât ile değil.14 Hiçbir şeye hulûl edip girmez, bir şeyle birleşmez.

Eğer bir kimse şöyle sorarsa: “Sûfilerden bazıları Allah'ın âlemi kuşatması ve berâberliğinin zâtı ile olduğuna inanıyorlar. Onların maksadı nedir?" Deriz ki: Onlar "zât'' derken "vahdet'' mertebesi olan “Taayyün-i Evvel''i kastetmişlerdir (yoksa sırf zât mertebesini değil). Çünkü onlar bu mertebede taayyünü zâta zâid olarak görmezler. Bu sebeple o mertebenin (Taayün-i Evvel'in) zuhûruna tecellî-i zâtî (zâtın görünmesi) derler ve bu taayyünü eşyâya (âlemdeki her şeye) sirâyet etmiş olarak bilirler. Onun bu sirâyetine de “zâtı ile kuşatma ve berâber olma'' derler. Kelâm âlimleri ise -Allah gayretlerini mükâfâtlandırsın- “zât'' derken bütün taayyünlerin üzerinde olan "sırf zâtı'' (Lâ-taayyün mertebesini) kastederler, her taayyünü de o zâta zâid (ilâve) bilirler. Şüphe yok ki bu (sırf) zâtın âlem (kâinât) ile hiçbir ilişkisi yoktur. Ne kuşatma, ne berâber olma, ne birleşme ne de ayrı olma. Mâdem ki Allah'ın zâtı hiçbir şekilde âleme gelmez ve mutlak meçhûldür, o hâlde onun âlemle ilişkisi de mutlak meçhûldür. Onun hakkında bitişik, ayrı, kuşatıcı, sirâyet edici demek cehâlettendir. Kelâm âlimleri ve diğerleri bu konuda hem-fikirdirler. Ancak Hz. Peygamber'e (a.s) tâbî olmanın nûru ile gözleri sürmelenmiş olan kelâm âliminin görüşü, kuşatmanın zâtî olduğunu söyleyen sûfinin görüşünden daha ince (dakîk ve isâbetli) olmuştur. Onların (bu sûfilerin) idrâkinin kaynağı keşftir. (Kelâm ve tasavvuf ehlinden) her biri kendi idrâk ölçüleriyle hüküm vermişlerdir. Kelâm âlimleri ile sonraki döneme âit bazı sûfiler arasındaki ihtilâfların hepsi bu türdendir. Kelâm âlimleri haklıdır, sûfilerin görüşü ise kısa kalmıştır. Onlar kelâm âlimlerinin sözünün hakîkatini anlamamışlardır.

  1. İmâm-ı Rabbânî sonraları bu görüşünü değiştirmiştir. Yeni görüşüne göre, Allah'ın âleme yakınlığı, berâberliği ve kuşatması konusundaki âyetler Kur'ân'ın müteşâbihâtından yani anlaşılması zor yerlerindendir. Bunların yorumuna girişmek doğru olmaz. Bunların "zâtî değil ilmî'' olduğunu söylemek de bir yorumdur. Oysa bunları Allah'a havâle etmek gerekir. Bk. İmâm-ı Rabbânî, Mebde' ve Me’âd, Karaçi 1968, s. 55-56 (35. bölüm); Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî. Hayatı, Eserleri, Tasavvufi Görüşleri, s. 95-96