Bütün sûfilere ve çoğu kelâm âlimine göre Allah'ı tanımak vâciptir. Allah onların gayretini mükâfâtlandırsın. Ancak Allah'ı tanımaya (mârifete) götüren yol konusunda ihtilâf etmişlerdir. Sûfiler diyorlar ki: Allah'ı tanımanın yolu riyâzat (nefsin arzularından perhiz) ve tasfiyedir (gönlü kirlerden arındırıp saflaştırmaktır). Eş-ariler'den ve Mu-tezile'den olan kelâm âlimleri ise: Allah'ı tanımanın yolu düşünmek ve delil getirmektir, diyorlar.
Kudret ve irâde, Allah'ın zâtına zâid sıfatlardandır. Kudret, âlemin yaratılmanın ve bu yaratma işinin terk edilmesinin sahih olmasından ibârettir (Allah yaratmaya da yaratmamaya da gücü yetendir). O hâlde yaratmak ve yaratmamaktan hiç birisi Allah'ın zâtı için lâzım değildir. Bütün mezheplerin mensupları bu konuda hem-fikirdirler.
Ancak filozoflar diyorlar ki, mevcut nizâm gereğince Allah'ın âlemi yaratması zâtı için gereklidir. Bu görüşleriyle onlar Allah'ın bu mânâdaki (yaratma ve yaratmamadaki) kudretini inkâr etmişlerdir. Onlar bu mânâdaki kudretin eksiklik olduğunu düşünüyorlar. Yaratmanın gerekli olmasının Allah için kemâl (üstünlük) alâmeti olduğunu düşünerek O'na gereklilik (zorunluluk) nisbet etmişlerdir. ''Kudret''in Allah dilerse yapar, dilemezse yapmaz, anlamında olduğunu söylerler. Bu anlamda Ehl-i İslâm (müslümanlar) ile hem-fikirdirler. Ancak ilk şartı (''dilerse'' kısmını) olması gerekli, ikinci şartı (''dilemezse'' kısmını) ise imkânsız sayarlar. Hak Teâlâ hakkında her iki şartın da doğru olduğuna inanırlar. Ayrıca filozoflar "irâde''nin ''ilim'' sıfatına zâid olduğunu kabul etmezler. İrâde, en kâmil nizâmda ilmin kendisidir, derler ve ona inâyet adını verirler.
Bazı müteahhirîn (sonraki dönemlerde yaşayan) sûfiler "kudret"in mânâsı hakkında filozoflara uymuşlardır. İkinci şartı ("dilemezse yaratmaz" ifâdesini) imkânsız sayarlar. Ancak kendi görüşlerini filozoflardan şöyle ayırırlar: Filozoflar irâde sıfatını kabul etmez ve irâdenin ilmin (bilmenin) kendisi olduğunu söylerler. Onlar ise zikredilen anlamda kudretin bulunmasıyla birlikte ilme zâid bir irâdeyi de kabul ederler ve ''Allah mürîddir (irâde sâhibidir, dileyendir)'' derler. "Allah zorunludur'' (yaratmaya mecburdur) demezler. Filozoflar ise aksine Allah'ın mecbur olduğunu söylerler ve O'nun irâde sıfatını ortadan kaldırırlar.
Bu fakîrin burada (bu sûfilerin görüşüyle ilgili) şüphesi vardır. O şüphe de şudur: İrâde, olması veya olmamasına güç yeten iki işten birini tercih etmektir. İkinci şık ("olmaması'') imkânsız olunca birinci şık (''olması, yaratması'') zorunlu olur. O hâlde irâde niçin kabul ve ispat ediliyor? Çünkü irâdenin ürünü olan tercih (seçme özgürlüğü) iki eşit konuda olmuş oluyor. Eşitliğin olmadığı yerde tercih de olmaz, irâde de. Bu sebeple filozoflar (yaratma ve yaratmama şeklindeki) iki tarafın eşitliğini inkâr edince, irâdeyi de kabul etmediler ve irâdeyi bir neticesi olmayan hayâl saydılar. Bu söz ve görüşte filozoflar (kendi mezheplerinin kudret konusundaki yapısına göre) haklıdırlar. Âlemin var olması ile olmaması arasında bir eşitlik bulunmamasına rağmen söz konusu sûfiler Allah'ın irâde sıfatını kabul etmişler ve böylece filozoflardan ayrılmışlardır. Bu fark sâyesinde, Allah için "dileyen'' ve "seçme özgürlüğü olan'' sıfatlarını kullanırlar. Onların sözünün neticesi bu farkta görülmemektedir. Allah'ın tercih özgürlüğünü (ihtiyâr) yok sayma konusunda bu sûfilerin mezhebi (görüşü) aynen filozofların mezhebidir. İrâdeyi kabul etmeleri ise boş lâftan başka bir şey değildir. Doğruyu doğru olarak gösteren ve doğru yola ileten Cenâb-ı Haktır.
Eğer bir kişi şöyle derse: Söz konusu sûfiler âlemin var olmasını, Allah'ın zâtının lâzımı (zorunluluğu) olduğunu söylemiyorlar (Allah varsa âlem de mutlaka olacaktır, demiyorlar) ve âlemin Allah'tan sudûrunun Allah'ın irâdesi ile olduğunu söylüyorlar.
Buna cevâben deriz ki: İkinci şart yani âlemin var olmasını dilememe durumu imkânsız ve âlemin var olmasını dilemek gerekli olunca, iki eşitten birini tercih etmek olan irâdenin, âlemin var olmasında hiçbir etkisi olmaz. Sâdece onun için irâde ismi kullanılır. Bu kadar (lâfta kalan) irâdeyi filozoflar da kabul ediyorlar. Öyleyse irâdenin bu türünü kabul etmek, Allah'a nisbet edilen mecbûriyet ve zorunluluğu gidermek için yeterli olamaz. Ve âlemin var olması ile olmaması arasında eşitliğin bulunmaması fikrinden, Allah'ın (yaratmaya) mecbur olduğu neticesi çıkar. Nitekim bu anlatıldı.