"Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir'' (Şûrâ, 42/11). Hak Teâlâ en vurgulu bir şekilde kendisinin benzeri bulunmadığını bildirmiştir. Çünkü benzerinin benzeri bile bulunmadığını ifâde etmektedir (âyetteki "ke-mislihî'' O'nun benzerinin benzeri demektir). Bununla benzerinin bulunmadığını (vurgulu olarak) belirtmeyi kastetmiştir. Yani mâdem ki O'nun "benzerinin benzeri'' yoktur, o hâlde "benzerinin'' olması hiç mümkün değildir. Bu durumda benzerin aslı kinâye yoluyla ortadan kalkar ki bu (kinâye yollu anlatım), açıkça söylemekten daha vurguludur. Nitekim beyân ilmi âlimleri böyle söylemişlerdir. Âyetin bu ilk kısmında Allah'ın zâtının benzeri olmadığı ifâde edildikten sonra, "O işitendir, görendir" kaydı eklenmiş, böylece sıfatlarının da benzeri bulunmadığına işâret edilmiştir.
Bunun açıklaması şudur: Hak Teâlâ semî' (işiten) ve basîrdir (gören). Onun gayrisinde semî' (kâmil mânâda işitme) ve basar (tam anlamıyla görme) yoktur. Hayât, ilim, kudret, irâde ve kelâm gibi diğer sıfatlar için de durum böyledir. Mahlûkâtta sıfatların sûreti (kopyası, görüntüsü) vardır, aslı değil. Meselâ ilim sıfattır, onun sâyesinde bilme işi hâsıl olur. Kudret de sıfattır, onunla fiiller ve tesirler meydana gelir. Mahlûkâtta ise bu sıfatlar yoktur, ancak Allah Teâlâ kudretinin kemâli ile mahlûkâtta bilme işini yaratır. Oysa onlarda bilmenin kaynağı olan ilim sıfatı yoktur. Aynı şekilde mahlûkâtta ''kudret'' mevcut olmadığı hâlde Allah Teâlâ onlarda "fiiller'' yaratır. Semî' (işitme) ve rü'yet (görme) de bu şekildedir. Yani mahlûkâtta işitme ve görme sıfatı olmadığı hâlde Allah Teâlâ onlarda işitme ve görmeyi yaratır. Onlarda hayât sıfatı olmamasına rağmen hayâtın eseri olan irâdî hareket ve his görülür. Konuşma gücü olmadan Allah Teâlâ onlarda konuşma (kelâm) yaratır. Netice olarak, Allah Teâlâ'nın yaratmasıyla mahlûkâtta sıfatların eserlerinin bulunması sebebiyle mahlûkât için de sıfatlardan söz edilir. Oysa onlarda sıfatların hakîkati yoktur. O hâlde onlar (mahlûkât) yoktur, sâdece hissiz ve hareketsiz birkaç cansız varlık mevcuddur. "Muhakkak ki sen de ölüsün, onlarda ölüdürler (öleceklerdir)'' (ez-Zümer, 39/30) âyeti buna delildir.
Bu konu bir örnek ile açıklanacaktır: Meselâ bir hokkabaz çöpten veya kağıttan bir şekil (sûret, kukla) yapar, kendisi perdenin arkasına oturup o şekli hareket ettirir, ondan ilginç hareketler oluşturur. Temiz yürekli saf insanlar (meselâ çocuklar) zanneder ki bu şekil kendi gücü ve irâdesi ile hareket ediyor. Bu durumda zâhiren ondan hareketlerin sâdır olması, onda kudret ve irâdenin bulunduğu zannını ve vehmini oluşturur. Gerçekte ise onda kudret ve irâde yoktur. Aynı şekilde, hayat tesirleri ve alâmetlerinin bulunması sebebiyle onda hayât bulunduğu vehm edilir. İlminin bulunduğu da zannedilir. Çünkü irâde, ilme tâbîdir; tercih bilme ile olur. Faraza hokkabaz o kuklada konuşma oluşturursa, saf insanlar onda kelâm da bulunduğunu söylerler. Sâmirî'nin yaptığı buzağı gibi. Onda kelâm sıfatı olmamasına rağmen ses çıkarırdı. Basîretleri yani gönül gözleri iki görme perdesinden temizlenmiş olan insanlar, bu şekli (kuklayı) sırf cansız olarak görürler. Onun bu sıfatlardan hiçbirine sâhip olmadığını bilirler. Onda bu eser ve hareketleri oluşturanın bir yapıcı (san'atkâr) olduğunu anlarlar. Bununla birlikte fiil ve hareketleri ona nisbet ederler, yapan san'atkâra değil. "Şekil (kukla) hareketlidir'' derler. “San’atkâr hareket ediyor'' demezler. Belki "San'atkâr hareketi yaratıyor'' derler. O hâlde burada "lezzet duyan ve elem çeken'' ifâdesine yer yoktur. Nitekim bazı sûfiler böyle söylemişler, lezzet ve elemi Allah'a nisbet etmişlerdir. Hâşâ. Allah Teâlâ lezzet ve elemi yaratandır, lezzet duyan ve elem çeken değil.
Mahlûkâtta sıfatların hakîkatleri bulunmadığına göre, zâtın hakîkati de onlarda bulunmaz. Zât, kendi başına ayakta durandır, sıfatlar da zât ile berâber bulunur ve zât, bu sıfatların eserlerinin (tesirlerinin) kaynağı olur. Yukarıdaki açıklamadan anlaşıldığı gibi, sıfatlar ve zâtın aracılığı olmaksızın bu sıfatların eserlerini yaratan, Allah Teâlâ'dır. O hâlde (mahlûkâta mahsus gerçek) zât da yoktur, sâdece sıfatların eserlerinin yaratılacağı bir mahal (yer) vardır. Bu durumda onların zâtlarının hakîkati de olmamaktadır. "Allah Âdem'i kendi sûretinde yarattı'' hadîsi şerîfi bu mânâya işâret etmektedir. Yani Âdem'i kendi zât ve sıfatlarının sûreti üzere yarattı. O hâlde sâbit olmuştur ki, Allah'ın ne zât ne de sıfatlarının benzeri vardır.
Allah Teâlâ'nın "O işitendir, görendir'' ifâdesi, tenzîhi ve Allah'ın benzerinin bulunmadığı hükmünü tamamlayıcıdır. Yoksa bu ifâde tenzîhe aykırı ve teşbîhi îmâ edici değildir. Çünkü mahlûkâta âit işitme ve görme işi gerçekte Allah'a âittir. Hattâ onlar için işitme ve görme yoktur. Onların işitme ve görmeleri, işitme ve görme sıfatlarının aracılığı olmaksızın, sâdece Allah'ın bu işleri onlarda yaratmasıyla olur. Diğer sıfatlar da böyle olmasına rağmen Cenâb-ı Hak âyette ''işitme'' ve "görmeyi" zikretti. Çünkü varlığı sâbit olmalarına rağmen bu ikisinin (mahlûkâtta hakîkatlerinin) olmadığının açıkça söylenmesi, şüphesiz diğer sıfatların da olmadığını ifâde eder.
O hâlde anlaşıldı ki, Allah Teâlâ'nın ne zâtı tanınabilir, ne de sıfatları. Âdemoğlu O'nun zâtını tanımaktan âciz olduğu gibi, sıfatlarını tanımaktan da âcizdir. Toprak nerede, Rabbü'l-erbâb nerede?