FENÂNIN MERTEBELERİ

Fenâ, Allah'ın varlığını müşâhede etmenin sâliki istîlâsı sebebiyle Allah'tan başka şeyleri unutmasından ibârettir. Bunun açıklaması şudur: İnsan ruhu, ihtivâ ettiği sır, hafi ve ahfâ gibi mertebeleriyle birlikte bedene dâhil olmadan önce yaratıcısı olan Allah hakkında bir bilgiye sâhipti ve o kuds makâmına (ilâhî âleme) doğru bir yönelişi vardı. Onun yaratılışına mânevî yükselme (terakkî) kâbiliyeti koydukları için ve kâbiliyetin ortaya çıkması da rûhun maddî bedenle irtibâtına bağlı bulunması sebebiyle önce rûha aşk ve muhabbet ihsân ettiler. Sonra bu görünen bedene döndürdüler ve onlarda tam anlamıyla sevgi bağı oluşturdular. Sonra ruh, bu irtibât vâsıtasıyla ve kendi letâfetinin kemâli sebebiyle bu zulmânî mahbûbda (karanlık sevgilide, bedende) kendini kaybetti. Kendi varlığını bütün tâbîleriyle birlikte onda (bedende) fânî eyledi. Bu sebeple aklı başında birçok insan kendisini cesetten başka bir şey olarak görmez ve bedenin ötesindeki diğer şeyi (rûhu) kabul etmez.

Merhametlilerin en merhametlisi olan Cenâb-ı Hak, rahmetinin çokluğundan dolayı âlemlere rahmet olan peygamberlerin (a.s) dili ile (rûhu) kendi kuds âlemine dâvet buyurdu ve o zulmânî irtibattan men etti. Şöyle buyurdu: “Allah de, sonra onları bırak!'' (el-En'âm, 6/91). Ezelî saâdetin eriştiği ve geriye dönen herkes, bu alçak âlemi sevmeye vedâ etti ve yüzünü yüksek âleme çevirdi. Zamanla eski muhabbet (Allah sevgisi) gâlip geldi ve yaratılmışa olan sevgi yok olmaya yüz tuttu. Sonunda bu zulmânî mahbûbu (bedeni ve dünyayı) unutmak nasip oldu. Onun sevgisinden bir iz kalmadı. Bu esnâda fenâ-i cesedî (bedenin fânî olması) gerçekleşti. Böylece sûfilerin "İki adım atınca ulaşırsın" dedikleri ve bu yolda îtibâr ettikleri iki adımdan birincisi bitmiş ve gerçekleşmiş oldu.

Bundan sonra eğer Allah'ın sırf lütfu ile bu makâmdan yükselmek nasip olursa, rûh kendi varlığını ve tâbîlerini (mertebeleri olan letâifi) de unutmaya başlar. Zamanla bu unutma hâli artar. Sonunda kendisini tamâmen unutur. Allah Teâlâ'nın müşâhedesinden (O'nu görmekten) başka bir şey kalmaz. Bu unutmaya "fenâ-i rûhî'' denir ki o iki adımdan ikincisidir. Rûhun bu süflî âleme inmesinden maksad da, fenânın bu son kısmını elde etmek idi. O olmadan bu büyük devlet (nimet ve şans) müyesser olmaz.

Bu konuda anlaşılması zor bir sır, ehlullâhın büyüklerine gizli değildir. Bu sır da şudur: Ruh kendisini unutabilmesi için kendinden gayrı bir şeye aşırı bir muhabbet duymalıdır. Oysa görülen âlemde bir şeye karşı oluşan aşırı muhabbetin benzeri, görülmeyen (gayb) âlemi için olmaz. Bu sebeple ruh, önce şehâdet (görülürler) âlemi olan dünyâda kendini fânî edecek bir muhabbet kazandı, sonra onu gaybda kendini fânî etmek için kullandı. Bu anlaşılması zor bir sırdır. Onu ancak büyük ârifler bilir.

Bu durumda (ruh fânî olunca) geriye rûha tâbî olan ve hakikatı câmi-a denen “kalp'' kalır. Kalp, kendi makâmından rûhun makâmına yükselince, rûha tâbî olması sebebiyle onun için de unutma hâli hâsıl olur ve rûhun fenâsı ile fânî olur. (Bu, fenâ-i kalbîdir).

Nefse gelince, onun fenâsı şöyle olur: Kalp rûhun makamına yükselince nefs de kalbin makâmına yükselir. Şeyhler şeyhi, Avârif sâhibi (Sühreverdî) söz konusu unutma hâlinin nefs için gerçekleşeceğini kabul etmiyor ve nefsin tam olarak temizlenmesini, kalp makâmına ulaşmaktan başka bilmiyor. Ancak bu zayıf kul (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî) diyor ki: Söz konusu unutma (nisyân) hâli nefs için de gerçekleşir. Ancak bu, nefsin kalp makamından ruh makâmına yükselmesinden sonra olur. O hâlde kalp gibi nefs için de fenâ vardır (fenâ-i nefs). Bu nefs, itmi'nâna erdikten sonra Rabbine dönmüştür. Kalp makâmından kalbi dönüştüren Allah'a ulaşmış, Allah'tan râzı olan ve Allah'ın kendisinden râzı olduğu nefs hâline gelmiştir. Hak Teâlâ onun hakkında şöyle buyurur: "Ey huzura kavuşmuş olan insan (nefs), Sen O'ndan hoşnut (râzı), O da senden hoşnut olarak Rabbine dön'' (el-Fecr, 89/28).

Evet, nefs, kalp makâmında bulunduğu sürece söz konusu unutma (ve fenâ) hâline ulaşamaz. Şeyhler şeyhi (Sühreverdî) de bundan haber vermiş ve o nefse "mutmainne'' demiştir. O makâmda bu nefs içın belki mutmainne bile denemez. Tezkiye olup arınmıştır, ancak itmi'nâna henüz ulaşmamıştır. Kalp makâmı dönüşüm ve değişim yeridir. İtmi'nân (dinginlik, huzur) ise onun tersidir. O hâlde itmi'nân için bu kalp makâmından çıkıp yükselmek şarttır. Herkesin idrâki buraya erişemez. "Bu Allah'ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir" (el-Hadîd, 57121).Beden ile ilgili işe gelince, bu, şeriatın bahsettiği uzuvların amellerinden farklıdır, bilinen velîlik makâmının dışındadır, cezbe ve sülûk yolunun hâricindedir. Çünkü kalp tasfiyesinin ötesinde nefs tezkiyesi vardır. Evliyânın büyükleri içinde azın da azı hâriç bu makâm hakkında kimseye bilgi vermemişlerdir. Hiç kimse bu konudan detaylı olarak bahsetmemiştir. Allah'ın kelâmında ve Hz. Peygamber'in sözlerinde bir şey zikredilmişse işâret ve rumuz ile zikredilmiştir. Bu sebeple bu zayıf kul da, bu sayfalarda o tür sözler söylemez, bilinen velîlik mertebesinin fenâ makâmlarıyla yetinir. Eğer dinleyenlerde bu sözü anlayacak kâbiliyet görürse kendi anlayışı ve dinleyenlerin idrâki nisbetinde bu konuda konuşacaktır inşâallah. Başarıyı ihsân eden ve doğruyu ilhâm eden Allah Teâlâ'dır.

Bilmek gerekir ki, fenâ-i rûhî mertebesine ulaşan herkesin fenâ-yi kalbî mertebesine de ulaşması şart değildir. Sâdece kalp, babası gibi olan rûha meyleder ve annesi gibi olan nefsten yüz çevirir. Eğer kalbin rûha doğru meyli gâlip gelir, babası olan rûha doğru tamâmen çekilir ve onun makâmına ulaşırsa, o zaman babanın (rûhun) sıfatı olan fenâ gerçekleşir.

Nefsin durumu da böyledir. Fenâ-i kalbî ve fenâ-i rûhî, peşinden mutlakâ fenâ-i nefsi gerektirmez. Sonuç olarak, nefs, oğlu (gibi) olan kalb tarafına meyl eder ve çekilir. Bu meyl gâlip gelirse nefs, sâlih babanın (rûhun) makâmına yükselmiş olan kalbin (boşalan) yerine ulaşır. Babanın sıfatıyla ahlâklanmış olan oğlun (kalbin) sıfatıyIa vasıflanır ve bir fenâ hâsıl olur.

Rûhun üzerindeki üç mertebe (sır, hafi, ahfâ) da aynı durumdadır. Rûhun fenâsı, onların da fânî olmasını gerektirmez. Evet, rûhun iniş vaktinde o üç mertebe de toptan veya kısmen inişte rûha uymuşlardır. Rûhun muhabbetindeki galebe onlara sirâyet etmiş, kendilerini unutma mertebesine ulaştırmıştır. Geri dönüş vaktinde onlara fenâ toptan veya kısmen gelir ve ruh gibi onlar da fânî olurlar.

Şurası gizli kalmasın ki, kalpten havâtırı (dünyevî düşünceleri) tamâmen kaldırmak, kalbin Allah'tan başka her şeyi unuttuğunun alâmetidir. Çünkü kalbe gelen düşüncenin kendisi, bir şeyin ilk defa veya tekrar olarak hâtırda hâsıl olmasından ibârettir. Düşüncenin hâsıl olması, bizzat bilgidir. Düşünce tamâmen yok olunca, zorlamakla ve hatırlatmakla bile geri gelmeyince, bilgi tamamen ortadan kalkmış demektir. Bilginin ortadan kalkması, fenâda mûteber olan unutma hâlinden ibârettir.

Fenâ makâmı hakkındaki açıklamanın sonu budur. Meşâyıhtan hiç kimse bu makâm hakkında böyle detaylı bilgi vermemiştir. Allah'tan başkasını unutma hâli oluşmadan önce fenâdan bahsedilemez. Henüz söylenecek çok şey vardır. Eğer Allah'ın başarı ihsân etmesi yardımcı olursa bu konuda daha tafsîlâtlı bilgi verilecektir. Bu makâm, tâliblerin hatâya düştüğü bir yerdir. Allah Teâlâ doğruyu daha iyi bilir.