Tarîkat şeyhlerinden bazıları (k.s) sekr ve hâlin galebesi ânında şöyle demişlerdir: "Vuslat (Allah'a ulaşma) yolları farklı olsa bile, kâfir de mü'min gibi hakîkî maksûda ulaşır. Kâfirler Allah'ın el-Mudill (dalâlette bırakan) ismi yoluyla, Müslümanlar da el Hâdî (hidâyete sevk eden) ismi vâsıtası ile ulaşırlar''. Bu makâmda bu tür sözleri çok söylemişlerdir. Bu tâife-i aliyyeye benzeyen bir başka cemâat de bu konuda sırf taklit yoluyla tevhîd-i sûrî nûrunun zuhûru vaktinde birçok sözler söylemişler ve saf gönüllü insanları yoldan çıkarmışlardır. Bu sözün gerçek anlamı başka türlüdür. Onun mânâsını hâli istikâmet üzere olan ehlullâhın büyüklerine açmışlardır. O mânâdan bir miktar yazılacaktır:
Bilmek gerekir ki, mânevî yolda sâlike Allah'ın berâberliği ve yakınlığını bir şekilde gösterirler. Sâlik o esnâda Allah'ın zâtını her şeyin yanında bulur; maiyyet (berâberlik), kurb (yakınlık), ihâta (kuşatma) ve sereyânın (sirâyetin) zâtî olduğuna hükmeder. Bu kurb ve maiyyette bütün eşyâyı (herkesi) eşit görür, ister mü'min olsun ister kâfir. Görüldüğü üzere, o cemâati bu hükme sevk eden, bu maiyyet ve kurb (yakınlık anlayışları) olmuştur.
Sahv (ayıklık) ve temyîz ehli olanlar bilir ki, Allah'ın kurb ve maiyyeti durumunda onların (insanların) da Allah’a yakın ve O'nunla berâber olmaları gerekmez. Çünkü yakınlık ve ulaşma bilgiye göredir, Allah'ı bilmeye bağlıdır. Kâfir ise bu bilgiden yoksundur. Hattâ mü'minlerin avâmı hakkında bile vuslat (Allah’a ulaşmak) kelimesini kullanmazlar. Kişi velîlik derecesine ulaşmadığı ve Allah ile bâkî olmadığı sürece vâsıl yani Allah'a ulaşmış değildir. Evliyâullâhın büyüklerinin mezhebi (görüşü, yolu) budur. Bir büyük zât şöyle buyuruyor:
Dost bana benden daha yakındır,
Problem şu ki, ben O'ndan uzağım.
Bu "uzaklık", Allah'ın yakınlığını zevk (tatma) yoluyla bilememek, idrâk edememektir. Hattâ deriz ki, uzaklık, bu kulun dalâlet ve ahmaklığının yegâne kaynağıdır. Bütün hayırlar ve hidâyet Cenâb-ı Hak'tan feyz yoluyla taşıp gelmektedir. Bu hidâyet, indiği yerin (kâfirin) kirliliği sebebiyle dalâletin (doğru yoldan çıkma ve sapkınlığın) mânâsını ortaya çıkarır. Gerçi o mânâ da Allah'ın yaratmasıyla oluşur. Meselâ iyi ve sağlam bir gıdâ hastaya verildiği zaman, hastanın tabiatındaki karışımların (ahlât)15 kötü ve bozuk olması sebebiyle o iyi gıdâ da hastanın yapısını bozan ve tabiatını ifsâd eden bir maddeye dönüşür. O hâlde Allah Teâlâ için el-Mudill (dalâlette bırakan) ismini kullanmak, insanlarda dalâleti yaratması sebebiyledir. O dalâlet, bu insanların zâtlarının gereğidir ve Allah'ın yaratması ile meydana gelmiştir. O hâlde onların el-Mudill ismi ile bir irtibatları yoktur, sâdece Allah onlarda dalâleti yaratmıştır.
Bu el-Mudill isminin, yukarıda anlatılan dalâleti yaratmak istisnâ tutulursa, Cenâb-ı Hak ile bir irtibâtı yoktur. El-Hâdî (hidâyete, doğru yola sevk eden) ismi ise böyle değildir. İnsanlarda hidâyeti yaratmasından sarf-ı nazar edilse bile, bu ismin Allah'ın zâtı ile irtibâtı vardır. Çünkü hidâyet, hayır ve kemâlin kaynağıdır, dalâletin kaynağı da şer ve noksandır. Birincisi O'nun kuds cânibine lâyıktır. İkincisi ise lâyık değildir. Çünkü O, sırf hayırdır. Dalâletin de Mudill (dalâlete sevk eden) ile bir ilişkisi yoktur. Sâdece dalâletin O'nun yarattığı bir şey olması söz konusudur. Çünkü dalâlet, sırf şerdir, Allah Teâlâ ise sırf kemâldir. Hidâyetin ise Hâdî (hidâyet eden) ile yaratma ilişkisinden başka bir ilişkisi daha vardır. O da, bu ikisindeki hayır ve kemâldir. Nitekim az önce buna işâret edildi. O hâlde dalâlete düşenin dalâlete düşürene bir yolu yoktur, hidâyete ulaşanın ise hidâyet edene yolu vardır. Çünkü birinci durum olan dalâlette müşterek cihet ilişkisi yoktur. İkincisi olan hidâyette ise müşterek cihet ilişkisi vardır. Hidâyete erişen kişi, hidâyet vâsıtasıyla hidâyet ediciye ulaşır. Dalâlette kalan ise dalâlet vâsıtası ile dalâlete sevk edene ulaşamaz. Nitekim bu apaçıktır.
Bu söz, bir örnek ile aydınlanır: (Hastalık ânında) Vücuttaki sarı safrânın yapısının bozukluğu sebebiyle tatlılık acılığa dönüşür. Burada "safrâ acılık yoluyla tatlılığa ulaşmıştır'' denemez. Çünkü tatlılıkta acılık aslâ mevcûd değildir. O tatlılıkta, safrânın mizâcının bozukluğu sebebiyle acılık ortaya çıkmıştır. Bu acılık bir ârız ile peydâ olmuş ise de, safrânın tatlılığa ulaşmasına mânîdir. O hâlde dalâlet, gerçekte dalâlette olan kişinin dalâlete sevk eden (Mudill'e) vâsıl olmasına engeldir, O'na ulaşmaya sebep değildir.
Bir başka örnek de şudur: Mısırlı Kıbtî kalbindeki mânevî hastalık ve Mûsâ (a.s)'a karşı inadı sebebiyle Nil suyunu kan gibi görüyordu. Hiçbir akıllı insan diyemez ki, Kıbtî kan vâsıtasıyla suya vâsıl olmuştur. Aksine kan, onun suya ulaşmasına engeldir. Suda kan olma özelliği yoktur. Kıbtî'nin mizâcının bozukluğu sebebiyle bu görüntü ortaya çıkmış ve suya ulaşmaya mânî olmuştur. Bu sâbittir, o hâlde, bu cemâat Allah Teâlâ'nın yakınlığını mülâhaza etmiş ve kul tarafını düşünmeden kulun Allah'a yakın olduğuna hükmetmişlerdir. Gâib (görülmeyen) ile görülen arasında fark görmemişlerdir. Oysa sahv ve temyîz erbâbı olan kişiler fark hâline sâhiptirler. Onlar gerçeğe uygun şekilde hükmetmişlerdir. Allah Teâlâ daha iyi bilir, doğruyu doğru olarak gösteren ve doğru yola sevk eden de O'dur.
Demiştik ki, tasavvuf yolunda Cenâb-ı Hakk'ın yakınlığı salike zâhir olur. Çünkü yolun sonuna erenler (müntehîler) Cenâb-ı Hakk'ın eşyâya yakınlığını "ilmî yakınlık'' (eşyâyı bilme) olarak bilirler. Maiyyet, ihâta ve sereyânı da "ilmî" olarak yorumlarlar. Bu, ehl-i hak (doğru yolda) olan âlimlerin görüşüne uygundur. Bu sûfiler (yolun sonuna ulaşmadan) önceki bilgilerinden dolayı tevbe ve istiğfâr ederler. Allah'ın zâtı ile âlem (kâinât) arasında hiçbir ilişki olmadığını söylerler. Var olan her ilişkiyi Allah'ın sıfatlarına indirirler. O'nu keyfiyeti ve durumu bilinmez olarak kabul ederler. Bir ilişkiyi kabul etmek, bu mânâya aykırıdır. O hâlde zât îtibâriyle olan kurb (yakınlık) ve maiyyeti (berâberliği) her iki taraftan da (hem Allah'tan hem de kuldan) sıyırırlar, zâtî yakınlığı kabul etmezler. "Bu Allah’ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir'' (el-Hadîd, 57/21).