Kutb-i abdâl (büdelâ mertebesindeki velîlerin kutbu olan şahıs), âlemin var olması ve bekâsı (devâmı) ile irtibatlı olan feyzin (Allah'tan âleme) gelmesi için vâsıtadır, aracıdır. Kutb-i irşâd ise âlemin irşâd ve hidâyetiyle alâkalı olan feyzin ulaşması için vâsıtadır. O hâlde yaratma, rızık verme, belâ ve hastalıkları giderme ile sıhhat ve âfiyetin elde edilmesi kutb-i abdâla mahsus olan ilâhî feyze bağlıdır. Îmân, hidâyet, iyilikleri yapmak ve kötülüklerden sakınmak ise kutb-i irşâdın feyizlerinin netîcesidir. Kutb-i abdâl her zaman lâzımdır. Âlemin ondan mahrûm kalması düşünülemez. Çünkü âlemin düzeni ve intizâmı ona bağlıdır. Eğer bu kutb-i abdâlın fertlerinden biri giderse bir diğeri onun yerine tâyin edilir. Kutb-i irşâdın ise her zaman bulunması şart değildir. Zaman olur ki âlem îmân ve hidâyetten tümüyle uzak kalır.
Velîlik derecesine ulaştıktan sonra bu kutubların fertleri arasında kemâl yönünden fark çoktur. Kutb-i irşâd olanlar içinde en kâmil ve en üstün olan kişi, peygamberlerin sonuncusunun (a.s) kademi (meşrebi) üzeredir. Bu şahsın olgunluk ve üstünlüğü, Hz. Peygamber'in (a.s) kemâline uygundur. Aralarındaki fark ise asıl olma ve tâbî olma farkıdır, başka bir şey değil. Peygamber Efendimiz (a.s) kutb-i irşâd (irşâdın kutbu) idi. O dönemde kutb-i abdâl ise Ömer ve Üveys el-Karanî idiler. Allah onlardan râzı olsun.
Kutubdan âleme feyzin ulaşma yolu şudur: Kutub, kazandığı kapsayıcılık (câmi'iyyet, öz olmak) vâsıtasıyla feyzin kaynağının sûreti ve gölgesi gibidir. Âlem de tümüyle o kapsayıcı kutbun tafsîlidir. Bu sebeple feyz, hakîkatten sûrete (Allah Teâlâ'dan kutba) zorlanmadan gelir. Kapsayıcı sûretten de onun tafsîli olan âleme çekinmeden ulaşır. O hâlde feyyâz-ı mutlak (asıl feyz verici) Allah Teâlâ'dır. Feyzin ulaşmasında vâsıta olan kişinin bir san'atı yoktur. Hattâ çoğu zaman vâsıta o feyz vericilikten habersizdir. Mısrâ:
"Bizden ve sizden bahâne yapmışlardır''.
Eğer bir kimse derse ki: Îmân ve hidâyet bütün insanlara âit değildir. O hâlde kutb-i irşâdın feyzleri herkese umûmî olmuyor, sâdece îmân ve hidâyet sâhiplerine mahsus oluyor. Son peygamber (a.s) ise âlemdeki herkese ve her şeye rahmettir ve kutb-i irşâddır. Bu durumda bunun mânâsı ne olur?
Cevap olarak deriz ki: Feyzin kaynağından taşıp gelen ve tafsîl bulan her şey tümüyle hayır, bereket, îmân ve hidâyettir. Onda şer ve noksanlığın yeri yoktur. O feyz ister saâdet ehline gelsin, isterse şakâvet ehline. Ancak bu hidâyet ve irşâd fesâd ehlindeki mahallin kirliliği sebebiyle dalâlet ve kötülük mânâsında ortaya çıkar. Tıpkı iyi bir gıdânın hasta kişide mahallin bozukluğu sebebiyle çürük bir karışım ve helâk edici hastalıkların maddesine dönüşmesi gibi. Aynı şekilde bu hidâyet ehl-i fesâddaki kalp hastalıkları sebebiyle dalâlet anlamında görünür. Mısır'ın Nil nehri gibi, o sevilen kişilere su, perdelilere ise belâdır. Gerçekte sudur, Kıbtî ise onu kan görür. Onun suyu kan görmesi, kendisindeki kirlilik sebebiyledir, yoksa suyun bozukluğu yoktur. Sarı safrâ yanında tatlılık acılaşır. Bu durum, onun mizâcının bozukluğu sebebiyledir. Tatlılığın özünde hiç acılık yoktur. Mahallin bozukluğu sebebiyle onda acılık ortaya çıkmıştır. Nitekim bu, daha önce genişçe anlatıldı.
O hâlde anlaşıldı ki, Hak Teâlâ'dan ulaşan her şey tümüyle hayır, bereket, salâh ve rüşddür. Bu hayır bozuk bir yerde bozukluk (fesâd) olarak ortaya çıkar. Bu sebeple “Mudill'' (dalâlette bırakan) ismini Allah için ancak şu mânâda kullanmak gerekir ki, kirli yerin gereği olan fesâd, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelir. Bu durumda "Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı'' (en-Nahl, 16/33) âyetinin mânâsı anlaşılmış olur.
Eğer "o mahallin kirliliği nereden geldi?'' diye sorarlarsa, cevâbı şudur: İnsan bedeni dört unsurdan oluşur. İnsanın cüz'ü olan her unsur bir tür özelliğe sâhiptir. Meselâ ateş (sıcaklık) unsuru yükselme ve serkeşlik etmeyi gerektirir. Toprak unsurunun özelliği ise aşağıda olmaktır (tevâzudur). Diğerleri de bu kıyâs üzeredir.
O hâlde bu dört unsurun bir araya geldiği kişilerden hangisinde bunların oranı daha dengeli ise, o kişi basît-i hakîkî olana (Allah'a) daha münâsiptir. Bu münâsip olma sebebiyle de hayır, bereket, hidâyet ve irşâda daha lâyıktır. Ancak bedeninde bu unsurların oranı çok dengesiz olan kişide cüzlerden bazılarının özellikleri daha ön planda, bazıları ise geridedir. Bu dengesiz karışım, basît-i hakîkîye pek münâsip değildir. Bu sebeple hayır ve bereket gibi şeylerden nasibi az olur. Mahallin bozukluğu, bu dengenin ve düzenin bozulmasıdır. Bu toplanmış cüzlerin (dört unsurun) üzerine feyz olarak gelen ruh, basît (katkısız, sâde) olması sebebiyle her ne kadar bu tür dengesizlikten (oransızlıktan) uzak ise de ve dengesizlik mürekkeb olan (karışım) şeylerde olursa da, Cenâb-ı Hak o rûhu öyle bir yolla yaratmıştır ki, çok latîf ve hassas oluşu sebebiyle yanında bulunduğu şeyin hükmünü alır. Hattâ kendisini onda kaybeder, kendisini onun aynı bulur. Bu sebeple (unsurların oransızlığından oluşan) o kirlilik, yakınında bulunma (komşuluk) sebebiyle rûha da sirâyet eder.
Melekler kötülükten ve benzeri şeylerden uzak ve münezzehtirler. Çünkü onlar basîttir (sâdedir) ve düzeni bozuk olan karışımlarla münâsebetleri yoktur. Sıhhat durumunda bazı melekler için bunun caiz olması, az da olsa bazı karışımlarla irtibat kurmaları sebebiyledir. İrtibât ve münâsebeti tümüyle inkâr etmek, çekişmektir.
O hâlde deriz ki, Allah Teâlâ yaratılmış olan basîtlerde dereceleri farklı olmakla birlikte terkîb ve ictimâı (karışım ve birleşimi) de yaratmıştır. Onların basîtliği bir işi gerektirdiği gibi, birleşimleri de bir işi gerektirir. Cenâb-ı Hak o birleşimin gereğini de yaratmıştır. O hâlde bu fesâd (bozukluk) o birleşimin gereği ve ayrılmaz bir parçasıdır, o gereği yaratan da Allah Teâlâ'dır. Bunda bir mahzûr (sakınca) yoktur. Kötülüklerden bir kötülük ve noksanlıklar Allah'a dönmez. Aksine O, onları yaratan ve îcâd edendir. Kötünün yaratılması kötü değildir. O hâlde kötülük ve bozukluk onlara (insanlara) âit olur, hayır ve salâh ise Allah Teâlâ'ya döner. Kazâ ve Kader meselesinin sırrı budur. Bu durumda hiçbir sakınca yoktur, Allah'ın tercih özgürlüğüne aykırı olan, îcâb (mecbur olma) şüphesinden de uzaktır. Bu meselenin sırrının sana açılması, bid'at ve dalâlet ehlinin inançlarından da kurtulman için bu konu üzerinde düşünmen gerekir.
Hakkı hak olarak gösteren ve doğru yola sevk eden Cenâb-ı Hak'tır. Bu, Allah Teâlâ'nın bana ilhâm ettiği, hattâ bana tahsis ettiği sırlardandır. Bundan ve diğer tüm nîmetlerinden dolayı hamd ve minnet Allah Teâlâ'yadır.
Eğer şöyle sorarlarsa: Allah Teâlâ kadîm (başlangıcı olmayan, ezelî) ilmi ile biliyordu ki, bu tür (dengesiz) bir karışım fesâd ve kirliliğe sebep olacaktır. Öyleyse onu niçin yaratmıştır?
Bunun cevâbı şudur: Bu itiraz, Allah için aslahı (en iyi olanı) yaratmasını vâcip görenlere yöneltilebilir. Biz ise Allah için hiçbir şeyin vâcip (zorunlu) olmadığını düşünüyoruz. Allah dilediğini yapar ve istediği şeye hükmeder. "Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir” (el-Enbiyâ, 21/23).
Şüphe yok ki, o birleşiği yarattıktan sonra bu tür kirlilik ve bozukluk onun gereği olur. O gereği de Cenâb-ı Hak mecbûr ve zorunlu olarak değil, kendi irâdesiyle yaratmıştır. Bazıları ise mecbûr olduğunu zannetmişlerdir. Allah, kulları üzerinde hükümrândır. Kullar, Allah için hüküm veremezler ki, Allah mecbûr olsun, kullar da hâkim. O hâlde bozukluğun kaynağı, sâdece o mahlûktur.
Onun yaratıcısı zulümden, mecbûr olmanın gerektirdiği şeylerden ve zorunlu olmanın noksanlıklarının şâibesinden uzak ve münezzehtir. Cenâb-ı Hak onların söylediklerinden çok yücelerdedir. İşin hakîkatini Allah bilir.