TASAVVUF YOLCUSUNUN MÂNEVİ İLERLEME TÜRLERİ ve MERTEBELERİ

İlâhî şuûnlar ilimde (insanların bilgisinde) birbirinden ayrışmak dışında bir renk ve özellik kabul etmemişlerdir. Hâriçte onların ayrışmasından başka görülen şeyler, onların hâricî oluşlarının gereğidir. Bu sebeple tasavvuf yolcusu kendi ayân-ı sâbitesine (Allah'ın ilmindeki hâkîkatine) ulaştığı zaman bu ayân-ı sâbite ona keşfolunur, açılır. (İnsanların çoğunun a'yân-ı sâbitesi, Allah'ın isim ve sıfatlarının gölgelerinde (tafsîlinde, yani fiilî sıfatlarda) bulunur. Peygamberlerin a'yân-ı sâbiteleri ise isim ve sıfatların gölgelerinde değil, bu sıfatların kendilerindedir). Tasavvuf yolcusu onda hâricî şekillerden hiç bir şey bulamaz. Ayrışmış olan şeyden başka bir şey o ayân-ı sâbitede görünmez. Eğer ayrışmanın ötesinde bir renk ve özellik taşısaydı, bu özellik ortaya çıkar, görünürdü. Onda görünen genişlik, onun birçok şuûnâtı ihtivâ etmesinden dolayıdır. Küre gibi oluşu da, sâde olanın tabiî şeklinin küre gibi olmasından dolayıdır.

Bazı şeyhler (Allah ruhlarını yüceltsin) şöyle demişlerdir: “Tasavvuf yolcusunun mânevî yükselişinin (seyrinin) son noktası, mebde-i taayyünü olan ilâhî isme kadardır”. Bu sözün mânâsı, onun mânevî yükselişinin son noktası ayân-ı sâbitesine kadardır, demek olur. "Taayyün'' kelimesinden maksat, (ilâhî sıfatların tafsîli yani gölgelerindeki) hâricî ayrışmadır. Bu taayyün ve ayrışmanın "mebdei'' yani başladığı yer, tasavvuf yolcusunun ayân-ı sâbitesidir. Yoksa şeyhlerin sözünün mânâsında, taayyünden maksad taayyün-i ilmî (icmâl-i ilm, sıfatların asılları), mebdein mânâsı da ilâhî şân (şe'n, şuûn) değildir. Çünkü şân hâriçte zâtın aynısıdır, zâttan ayrılmış değildir ki o bir şeyin mebdei nasıl olabilsin ve mânevî ilerleme ona nasıl ulaşabilsin?

Ayân-ı sâbiteye ulaştıktan sonra tasavvuf yolcusunun mânevî yükselişi ve ilerleyişi, o ayân-ı sâbitesinde olur. Çünkü o, sonsuz şuûnları ihtivâ eder. Bu mânevî yolculuğa "seyr fillâh'' (Allah'ta yolculuk) derler. Zîrâ onun taayyün-i ilmîsi, cem mertebesinden bir taayyündür. Onun (ayân-ı sâbitenin) ihtivâ ettiği sıfatlar da kevnî (kâinâta âit) değil, ilâhî (Allah'a âit) sıfatlardır. O hâlde bu, gerçekte seyr fillâh olur. Burada Allah’tan maksat, sıfatlarıyla birlikte olan zâttır, sırf zât (zât-ı ahadiyyet) değil.

İlâhî şuûnlar ilim hânesinde taayyün ve ayrışma şeklinde ortaya çıktıklarına göre ve bu konum ile varlık ve yokluk arasında perde olduklarına göre,”seyr fil-eşyâ''ya (mahlûkâtta mânevî yolculuğa) "seyr der âlem" (kâinâtta yolculuk) da dense doğru olur. Bu sebeple şöyle demişlerdir: Son noktaya ulaştıktan sonra ilk noktaya dönülür. Bu yolculuğa da "seyr fi'l-eşyâ billâh'' (Allah ile mahlûkâtta yolculuk) derler.

Seyr fillâh dedikleri şey, mâşûkun âşıkta (sevilenin sevende, Allah'ın kulda) yolculuğudur. Bunun mânâsı şudur: Âşık, sâhip olduğu sıfat ve fiillerin hepsini mâşûka (sevilene, Allah'a) verir, ona nisbet eder, kendisini bunlardan boş ve yoksun olarak görür. Bundan sonra meydana gelen her fiil âşığa değil mâşûka nisbet edilir. Dolayısıyla mânevî yolculuk (seyr) mâşûka nisbet edilir. Allah'a âit sayılır. Âşık, halâ (boşluk) denen mekândan başka bir şey değildir ve şüphesiz mâşûkun seyri âşıkta olur, yani Allah'ın yolculuğu kulda olur.