"Tenzîh" ten (Allah'ı yaratılmışlara benzetmemekten) sonra ortaya çıkan "teşbih" (O'nu yaratılmışlara benzeterek algılama hâli), tasavvuf yolcusunun ayân-ı sâbitesinin (Allah'ın ilmindeki hakîkatinin) açılıp keşf olunmasından ibârettir. Teşbîh ve tenzîhin bir araya gelmesi hâli ise cem mertebesinden sonraki teşbîhtir. Bu, tenzîhin oluşmasından önce, fark makâmındaki teşbîhtir. Tenzîh ortaya çıkıp Hak Teâlâ'nın hiçbir şeye benzemediği anlaşılınca, o teşbîh yani benzetme hâli yok olur. Sâlikin bu iki hâli (teşbîh ve tenzîhi) birleştirmeye de gücü kalmaz.
Teşbîh ve tenzîhin bir araya getirilmesinin mânâsı şudur: Sâde (katkısız) idrâkin irtibatlı olduğu "tenzîh" ayân-ı sâbitenin ihtivâ ettiği ilâhî sıfatlar perdesine inince, "teşbîh'' olur, bilinir hâle gelir ve katkılı (bir çok unsurdan oluşan) idrâkin irtibatlı olduğu şey hâline gelir. O hâlde halkı irşâd etme makâmı, bu teşbîh ve tenzîhin bir araya geldiği makâmdır. Çünkü sırf tenzîh sâhibi olan kişinin, Allah'ın zâtını idrâk sahasına getirmeye gücü yetmez. Zîrâ zât hakkındaki bilgi, ayân-ı sâbitenin ihtivâ ettiği ilâhî sıfatlar perdesi olmadan oluşmaz. Oysa ayân-ı sâbite tenzîh makâmındaki bu kişiye henüz açılmamıştır. Matlûb olan Hak Teâlâ hakkında bilgisi olmayan bir kişi, başkalarına onu nasıl anlatacak? Yine bu kişi matlûb-i hakîkî olan Allah'ı kevnî sıfatlar perdesinde bilemez ve tanıyamaz. Çünkü O sıfatlara ayna olma gücüne sâhip değildir. Kralın hediyelerini, ancak onun binek hayvanları taşıyabilir.
Fenâ fillâh ancak şu kişiye nasip ve müyesser olur: O, vücûdunun bütün zerrelerini âlemdeki bütün eşyânın aynası olarak görür ve eşyâyı kendi hücrelerinde müşâhede eder. Her bir hücresi, âlemdeki bütün şeylerin rengine bürünür. Çünkü fenâ fillâhta îtibâr edilen (anlaşılan) zât-ı ilâhiyye mertebesindeki her bir “şân" (şe'n, aslî sıfat) diğer bütün şuûnları (aslî sıfatları) ihtivâ etmektedir. Çünkü bunlar zâttan ayrılmış değillerdir. Öyleyse, Allah'ın Zâtı hepsini (sıfatların asıllarının tümünü) içerdiği gibi, O'nun bir şânı da hepsini içermektedir. Bu sebeple tasavvuf yolcusu kendisine âit kapsamlı her hücreyi, kapsamlı her şân (Allah'ın aslî sıfatı) içinde fânî (yok) eder. Her hücresinin yerinde ilâhî şuûnlardan bir şân bulur. Detaylı olarak bunu algılayamasa da bu böyledir. O hâlde, tasavvuf yolcusunun her hücresinde kapsayıcılık sıfatı oluşmadığı sürece, bu fenâ (yokluk) kâbiliyetini elde edemez. Bazı tasavvuf yolcuları da idrâk güçlerinin zayıflığından dolayı, kendi kapsayıcılıklarının farkına varamazlar. Oysa bu yüksek makâma sâhiptirler ve fenâ fillâh (Allah'ta kaybolma) ile şereflenmişlerdir. Ancak bu kapsayıcılık hâline sâhip olan her kişinin mutlakâ fenâ fillâh mertebesine erdiğine de hükmedilemez. "Bu Allah'ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir'' (el-Hadîd, 57/21).